Ortaçağ, Balkanlar Medhar, 12 yaşında yanına aldığı Touran'ı şövalye olarak eğitmişti. Usta-çırak ilişkisinden farklıydı onlarınki...


Ortaçağ, Balkanlar

Medhar, 12 yaşında yanına aldığı Touran'ı şövalye olarak eğitmişti. Usta-çırak ilişkisinden farklıydı onlarınki. Baba oğul gibiydiler. Yıllar geçti. Touran, şanı Balkanların dört bir yanına uzanan yenilmez bir şövalye oldu. Medhar ona özel simsiyah bir zırh yaptırdı. Miğferinde zaferi simgeleyen kırmızı tüyler vardı. Her zaferden dönüşünde evin yakınındaki tepede durur, atından iner, diz çöker ve başını eğerek pencerenin önünde onu bekleyen Medhar'ı selamlardı. Bu "zafer selamı"ydı.

Tek bir kadına aşk beslemek ve ona bağlı kalmak şövalyeliğin vazgeçilmez kurallarından biridir. Touran için o kadın Meyra idi. Meyra ile dillere destan bir düğünle evlendiler.

Evliliklerinin henüz ikinci ayında, Meyra ailesini ziyaretten dönerken, kafilesi orman yolunda uzun zamandır söylentileri dilden dile dolanan gizemli bir yaratığın saldırısına uğradı. Kafileye eşlik eden nice korumaya rağmen kimse kurtulamamıştı.

Onları aramaya çıkan Touran ve diğer cesur şövalyeler ormanın en derin köşesinde rastladılar kafileden geriye kalanlara. Meyra hariç hepsinin bedenleri tıpkı söylentilerdeki gibi esrarengiz bir maddeyle kaplanmıştı. Meyra'dan ise katliam anında orada bulunduğuna işaret eden ufak kalıntılardan başka geriye pek bir şey kalmamıştı.

Touran'nın acı dolu haykırışları ormanda yankılandı. İşte o an gizemli yaratığı bulup Meyra'nın intikamını almaya and içti.

Medhar'ın tüm itirazlarına rağmen hemen ertesi gün özel yapılmış simsiyah zırhını kuşanıp, kırmızı tüylerle süslenmiş miğferini başına geçirerek atını ormana doğru sürdü. Günler, haftalar, aylar birbirini kovaladı. Touran geri dönmedi.

Medhar kahrolmuştu, bıkmadan usanmadan yıllarca ormanda Touran'ı aradı. Zaman zaman uzaklarda onu görür gibi oluyordu ama yaklaşmaya kalktığında gördüğü karaltı hemen kayboluyordu.    

Seneler sonra bir gün, simsiyah zırhlara bürünmüş iki atlı belirdi ağaçların arasında. Medhar bu kez yaklaşmak yerine sırtını bir ağaca yasladı ve hiç kıpırdamadan onları seyretti. Uzaktaki karaltılar bulundukları yerde atlarından inip diz çöktüler ve başlarını eğerek onu selamladılar.

Başlarındaki miğferlerin kırmızı tüyleri pırıl pırıl parlıyordu. Zaferin işaretiydi bu. Touran'ın kayboluşundan bu yana gizemli yaratıktan da artık pek bahis açılmıyordu, herhangi yeni olay da yaşanmamıştı.

Yüreği heyecanla dolan Medhar gözlerini kapadı. O anı hafızasına kaydetti.


Onlar tekrar atlarına bindiklerinde yaşla dolan gözlerini bir kez daha yumdu, bu defa gururla...

Gözlerini açtığında gitmişlerdi. Evine döndü Medhar. Artık pencere önünde otururken her gözlerini kapayışında "O anı" görüyor ve gülümsüyordu.

Halk arasında ormandaki gizemli yaratığın yerini onun kadar gizemli iki siyah cengaverin aldığı, yaratığın aksine ormana huzur getirdikleri söylentisi yayılmaya başladı.


Günümüz, İğneada Longoz Ormanları

Fotoğrafçı yıllardır peşinde koşmasına rağmen ya yüksek ağaçlar üzerinde uçarken, ya da ormanın ışık almayan yerlerinde ancak hayal meyal görebildiği kara şövalyeden artık ümidini kesmişti.

Bir müddet ötücü kuşları fotoğrafladıktan sonra ormanın Mert Gölü ile kucaklaştığı bir noktaya katlanır sandalyesini kurmuş, fındık eşliğinde soğuk birasıyla keyif yapıyordu. Karşıdaki ağaçlığa, şövalyenin peşinde çaresizce koşturduğu ormana bakıp hayallere daldı.

Birden duyar gibi olduğu kara şövalyenin uzaklardan gelen sesi onu hülyasından çekip çıkarmıştı. Dürbünü ile göle doğru bakarken hayal görmeye devam ettiğini düşündü.

Kara şövalye gölün üzerinden fotoğrafçının bulunduğu yere doğru uçuyordu. Fakat tuhaf bir durum vardı. Sadece bir kutu bira çift görmesine yol açacak değildi ya? Ama yine de ona doğru uçan kara şövalyeyi çift görüyordu işte!

Önce bira kutusunu şöyle bir süzdü daha sonra da dürbününü kontrol etti. Birada özel bir durum yoktu, "Alkol Oranı: %7,5". Dürbün de sapasağlamdı.

Sesler yaklaştı, yaklaştı. Kara şövalye çifti fotoğrafçının otuz, belki kırk metre ilerisindeki bir ağaca kondu. Seçtikleri ağaç ise aksi gibi yine uzaktaydı ve yine gölgede kalıyordu.

Sandalyesinden usulca fırlayıp fotoğraf makinesini kaptı ve onların peşinde koşmak yerine bu kez yanındaki ağaca sırtını vererek beklemeye başladı fotoğrafçı. Bir yandan da eline geçirdiği dal ile dibindeki ağaca kısa aralıklarla hafifçe vuruyordu.

Sonunda çıkardığı bu sesle kara şövalyelerin ilgisini çekmeyi başardı. Kara şövalyeler meraklarını gidermek için yaklaştılar ve az ötedeki bir ağacın aydınlık gövdesine kondular.

Zaferin simgesi kırmızı başlıklarıyla kara şövalyeler, fotoğrafçının önünde eğildiler.

Gözünü vizöre dayadı ve "O anları" hafıza kartına kaydetti fotoğrafçı.




Tekrar başını kaldırdığında gitmişlerdi.


Fotoğraf bilgileri : Kara ağaçkakan/Dryocopus martius/Black Woodpecker | © Ömer L. Furtun | İğneada Kırklareli, 2015 | Canon 1 Dx, EF 600mm f/4.0L IS II USM |

Redaksiyon için oğlum Ömer Can'a teşekkürler.

Bazı kuş fotoğrafçıları yeni veya nadir bir türün görüldüğü haberini aldıklarında tüm programlarını o tür ülkeyi terketmeden bulunduğu yer...

Bazı kuş fotoğrafçıları yeni veya nadir bir türün görüldüğü haberini aldıklarında tüm programlarını o tür ülkeyi terketmeden bulunduğu yere gidip fotoğraflamak üzere düzenlerler. Programları çok sıkışık bile olsa sabah uçağı ile gidip öğlen uçağı ile dönmeyi göze alacak kadar kararlıdırlar. Aynı gün içinde birkaç şehir ziyaret ettikleri bile olur.

Pek rağbet etmediğim bir şeydir "tür peşinde koşmak" ama koşanları da takdirle izlerim. Tür yerine, hayal ettiğim pozları alabileceğim herhangi bir kuşun peşinden gitmeyi, fotoğraflarıma yansıtmak istediğim havayı bulabileceğim yerlerde bulunmayı yeğlerim.

2014 Aralık ayında Rize'de doğa ve kuş fotoğrafçısı Murat Saltık tarafından görülen ve fotoğraflanan bir martı gazete manşetlerine kadar çıkmıştı. Çok değerli bir kayıt dı, kutup martısı. Ülkemizde 120 yıl sonra ilk defa görülmesinin katkısı ile epeyce meşhur oldu. Rize uçakları, yolları kuş fotoğrafçıları, gözlemcileri ile dolup taştı.

Meşhur olup gazetelere yansıması, kuşlara bağımlılığımı bilen çevremin de ilgisini çekmişti.

Akrabalar beni görünce “Rize'ye gittin mi?” ile söze giriyorlar, arkadaşlar aradığında muhabbete “Rize'de misin?” diye başlıyorlar.

Kasap, kafedeki garson, pastanedeki müdür, bakkal, banka müşteri ilişkileri sorumlusu... konu hep aynı: “Rize'ye bir kuş gelmiş, 120 yıl sonra hem de, nedir bu? siz gördünüz mü?"

Bizim duraktan taksici onlarca kuş fotoğrafçısının fotoğrafının olduğu haberin gazete kupürünü kesmiş, saklamış. Arabaya biner binmez elime tutuşturup soruyor: “Çok değerli bir kuşmuş, değil mi? Siz gidecek misiniz?”

Balkon ziyaretçimiz gümüş martının gözlerine bakamıyorum, bakışlarında ayıplama tarzında bir serzeniş hissediyorum. Tür meraklısı fotoğrafçı arkadaşlardan da sürekli “hadi gidelim” baskısı var tabi. İtina ile direniyorum.

Baskı artıyor; kasap, garson, müdür, bakkal.... kutup martıları artık rüyalarıma kadar teşrif ediyorlar.

Don-gömlek kutuplardayız. Donmak üzereyiz. Diğerleri çatık kaşlarla bana bakıyorlar. Ve hep birlikte bağırıyorlar: “Abi Rize'ye neden gitmedin?” “Görüyor musun başımıza gelenleri? 

Kutup martıları soğuğa alışık, bulundukları kayalıklardan sırıtarak bizi seyrediyorlar. Aralarında birkaçı zaman zaman fotoğrafımızı çekiyor. Ertesi gün don-gömlek manşetlerdeyiz...

Ve uyanıyorum!! bilgisayarıma koşup haftasonu Rize uçağına biletimi alıyorum.

Benden 100 kusür tür daha fazla fotoğraflamış adaşım Ömer Necipoğlu ile beraber uçuyoruz Rize'ye. Bir korgeneralin yanındaki onbaşı gibiyim. Gece yarısı Trabzon Havalimanına indiğimizde Veysel Kahraman kardeşimiz bizi karşılıyor. Artık yanımızda bir de tümgeneral var.

Güzel bir otelde odalarımıza yerleşiyoruz. Necipoğlu bir hafta önce de gelmiş Rize'ye ancak o gün kutup martısı ortalıkta görünmemiş ve fotoğraflayamadan geri dönmüş. Eminim hafta boyunca benimkine benzer rüyalar görmüştür. Bu gece de aynı rüyada kutuplarda buluşabiliriz.

Sabah, Veysel bizi otelden alıyor ve doğruca Rize'ye, kutup martısının olduğu alana gidiyoruz. 15-20 kuşçu var alanda. Gelmeye de devam ediyorlar.

İki saat kadar beklemenin ardından aniden ortaya çıkıyor ve 'şuraya inecek' dedikleri yere iniveriyor. İlk karelerimizi alıyoruz, herkes rahat.


Fakat, o da ne? Necipoğlu ortalıkta yok. İnanamıyorum, biraz önce başka yerlere bakalım deyip gitmiş. Kasap, garson, müdür, bakkal stresinden kurtuluyorum ama şimdi de 'Necipoğlu çekemedi' sendromu başlıyor. Kutup martısı makul bir süre alanda poz verdikten sonra uçup gidiyor. 15 dakika sonra Necipoğlu dönüyor ve herkesten son yarım saat içinde neler olduğunun hikayesini dinliyor.

Bu akşam Necipoğlu'nun 'kutup martısı rüyasında' ben olmayacağım. Neyse ki yarın da buradayız.

Ertesi gün sabah erkenden yeniden alandayız. Kutup martısının indiği yerden uzak sıralanıyoruz. Necipoğlu ve onun gibi henüz kutup martısı ile görüşememişlere saygılarından, herkes neredeyse nefes almadan bekliyor.

Bu arada bir çift boz ördek iniyor alana. Işık harika. boz ördekler cömert. "Hayal ettiğim pozları alabileceğim herhangi bir kuşun peşinden gitmeyi, fotoğraflarıma yansıtmak istediğim havayı bulabileceğim yerlerde bulunmayı yeğlerim" demiştim ya; işte öyle bir ortam söz konusu. Ancak onları fotoğraflamak için alana girip kutup martısının gelmesine mani olacak bir durum yaratmamak için öylece seyrediyoruz boz ördekleri.

O kadar güzel pozlar vermeye başlıyorlar ki, Necipoğlu bile dayanamıyor ve 'gidin çekin' onayını veriyor. Atıyoruz kendimizi ıslak zemine, sürünerek yaklaşıyoruz boz ördeklere.


Veysel sağolsun, öğlene doğru kutup martısının gelişini uzaklardan tespit ediyor. Kutup martısı alana iner gibi yapıp tekrar kayboluyor. Neyse ki bu kısa sürede Necipoğlu da fotoğraflamayı başarıyor.

Muhabbetin, dostluğun keyfine doyum olmayacağını bilmeme rağmen yıllardır ziyaret edemediğim Trabzon ve Rize'deki doğa dostları ile buluşmama, tanışmama vesile olan kutup martısına ve Murat Saltık'a, havalanına inişimizden son ana kadar bizi sahiplenen, tam özlem giderecek kalitede seçimi ile Karadeniz balığı özlemimizi gidermemize, mıhlamada mıhlanmamıza vesile olan Veysel'e ve candan samimi desteklerini esirgemeyen tüm Karadenizli dostlara veda ederek dönüş yoluna koyuluyoruz.

Dönüyorum mahalleme..  Kasap, kafedeki garson, pastanedeki müdür, bakkal, banka müşteri ilişkileri sorumlusu, taksici, balkon ziyaretçimiz gümüş martı... herkes rahatlıyor.

Fotoğraf bilgileri : Kutup martısı//Glaucous Gull/Larus hyperboreus | Boz ördek/Gadwall/Anas strepera | Sakarmeke/Eurasian Coot/Fulica atra | © Ömer L. Furtun | Rize, 2014 | Canon 1 Dx, EF 600mm f/4.0L IS II USM | Arazi arkadaşları: Veysel Kahraman, Kemal Kahraman, Murat Genç, Murat Saltık, Murat Topal, İdris Ölmez, Mustafa Akca, Mehmet Ali Ak, Ömer Necipoğlu, Mustafa Sözen, Akgün Özen, Metehan Özen, Bora Ünver, Ahmet Yılmaz

Trakus e-dergi kutup martısı özel sayısı. (sağ üst köşedeki butona tıklayarak büyültebilirsiniz.)

Gece saat 24:00 Çil keklikler kar yağışlı bir günün gecesinde sığındıkları sık çalının dibinde toprağa ulaşmışlar, birbirlerinin k...

Gece saat 24:00

Çil keklikler kar yağışlı bir günün gecesinde sığındıkları sık çalının dibinde toprağa ulaşmışlar, birbirlerinin koynunda yumak olmuş Ankara'nın ayazına direniyorlar.

Fotoğraf makinesini, kartlarını, pillerini kontrol eden fotoğrafçı saatini kuruyor. 5:00
Tüfeğini temizleyip fişek doldurma işini bitiren avcı saatini kuruyor. 5:00

İkisinin de cep telefonları alarm veriyor sabah saat 5:00 te. Alarmlar çalarken iki cep telefonu ekranı da aydınlanınca, birinin ekranında duvar kağıdı olarak yavrularını besleyen sumru fotoğrafı diğerinde araba kaputu üzerine dizilmiş ölü kuşlarla verilen bir poz beliriyor. İkisi de doğruluyor yatağından. Ankara'nın soğuğu malum, sıkı sıkı giyiniyorlar.

Gün doğarken çil keklikler yavaş yavaş çalıların içinden çıkıp öncülerinin gözetimi altında yem arayışına başlıyorlar. Zorlu bir gün, her yer karla kaplı. Tehlike hissettiklerinde önce karın içine gömülüp saklanıyorlar. Tehdit çok yakın ise uçarak kaçıyorlar ve geceyi geçirdikleri çalılara benzer yerlere saklanmayı yeğliyorlar.

Fotoğrafçı da avcı da Gölbaşı'nda bir pastanede arkadaşları ile buluşup kuvvetli bir kahvaltı yaptıktan sonra arabalarına atlayıp Gölbaşı Haymana arasındaki tepelere doğru yol alıyorlar.

Ankara bozkırlarının müdavimleri çil keklikler sürüler halinde yayılmaya başlıyor. Bugün bazıları fotoğrafçılarla, bazıları avcılarla ile karşılaşacaklar.

Fotoğrafçılar ile karşılaşma:

İleride yol kenarında çil keklikleri gören fotoğrafçılar karın altına saklandıklarını görünce onlara yaklaşıp kontağı kapatıyor ve beklemeye başlıyorlar. Karın içine saklanan çil keklikler bir süre sonra kendilerini güvende hissedip çıkıyorlar. İlk karelerini alıyor fotoğrafçılar.



Ancak sürünün reisi arabaya bu kadar yakın olmanın güvenli olmadığına karar verip kanatlanınca tüm sürü de onun peşine takılıp yolun sağından bayır aşağı uçuyorlar. Arabadan çıkıp peşlerinden dikkatlice izliyor fotoğrafçılar. Aşağıdaki çalıların dibine inip saklanıyorlar. 300 metre ilerideki bu çalılara uygun bir mesafede konuşlanabilirlerse daha iyi kareler alabileceklerini düşünerek bayır aşağı yürüyorlar. Çalılara yakın bir tepeciği siper olarak kullanıp makul bir mesafeye yaklaşınca yere yatıp beklemeye başlıyorlar. Sabırlı bekleyiş meyvelerini vermeye başlıyor. Yine reisin kontrolünde çil sürüsü yavaş yavaş çalıların arasından çıkmaya başlıyor. Reis çok temkinli. Diğerlerini sürekli uyarıp saklanmalarını sağladığı için çoğu karede tek başına reis görünüyor. O her şeyin farkında, kaçış planı yapılmış durumda. Sürüyü yakındaki bir tepeceğin arkasına doğru yönlendiriyor. Çalılarla tepecik arasında yol alırken verdikleri pozlar fotoğrafçıları epey keyiflendiriyor. Fotoğrafçıların görüş alanından çıkıp tepeciğin arkasında toplanan sürü reisin talimatıyla kanatlanıp uzaklarda kayboluyor.



Avcılar ile karşılaşma:

İleride yol kenarından bayır aşağı uçtuklarını gören avcılar peşlerinden dikkatlice izliyor çil keklikleri. Saklandıkları çalılara doğru bayır aşağı inmeye başlıyorlar. Düzlüğe geldiklerinde çalılara yakın bir tepeciği siper olarak kullanarak daha da yaklaşıyorlar. Sürü çalıların arasından çıkıp düzlüğün ortasına geldiğinde tepenin arkasından çıkıyorlar. Bu ani hareket karşısında sürü telaşa kapılıp reislerinin itirazlarına rağmen kanatlanıp havalanıyorlar. Tam avcıların istediği gibi. Peş peşe tüfek sesleri... Sürüden dördü düşüyor karlar üzerine. Bembeyaz kar örtüsü üzerinde yatan cansız bedenlerini toplarken tüylerini itina ile okşayıp “Vay vay vay.. şu güzelliğe bak!” diyerek keyifleniyor avcılar. Uçtukları yöne yürüyerek, çalıları taşlayarak bir kaç kez daha kaldırmayı başarıyorlar sürüyü. Tüfek sesleri Ankara'nın bozkırlarında yankılanmaya devam ediyor.

Fotoğrafçı eve döndüğünde mutfaktan neşeli sesler geliyor. Çocuklar anneleri ile masaya oturmuşlar ev yapımı kek ve süt keyfi eşliğinde sohbet ediyorlar. Fotoğraf makinesini alıp oturuyor yanlarına. Büyük oğlan makineden fotoğraflara bakmayı öğrenmiş. Kapıyor fotoğraf makinesini kardeşine ve annesine gösteriyor babasının çektiği çil keklik fotoğraflarını. Karlar içinde kuş fotoğraflarını dikkatlice inceleyen kardeş soruyor babasına: “Baba kuşlar kar topu oynar mı?”

Avcı eve döndüğünde çocuklar anneleri ile bahçede çardağın yanında kardan adam yapmakla meşguller. Üzüm salkımı gibi itina ile dizdiği çil keklikleri alıp arabadan çıkıyor,  yanlarına gidiyor. Kardan adamın yakınındaki masanın üzerine atıyor kuş salkımını. Doğru fişek kullanmamış olacak ki masanın üzerindeki karlar kırmızılaşmaya başlıyor, bir kaç damla kan sıçrıyor kardan adama. Çocuklardan biri yerden biraz kar alıp kardan adamın kan lekesi olan yerlerini tekrar beyaza bürümeye çalışırken diğeri soruyor babasına: “Baba, kardan adamlar da kanar mı?”

Some shoot to kill. I shoot to immortalize.

Not: Avcılıktan pek anlamadığım için hikayenin av bölümlerinde av tekniğine aykırı anlatımlar olmuş olabilir. Araştırarak yazmaya çalıştım ama bu konuda okumak bile mide bulandırdığı için çok da önemli olmadığına karar verdim. Öyle ya da böyle, bir tane ya da üç tane...

Fotoğraf bilgileri : Çil keklik/Grey Partridge/Perdix perdix | © Ömer L. Furtun | Ankara, 2012 | Canon EOS-1D Mark IV, EF 600mm f/4.0 L IS USM | Arazi arkadaşları: Serkan Mutan

Kafanızı saatte 24 kilometre hızla bir ağaç gövdesine vurduğunuzu düşünün. Yok canım öyle korunmasız değil. Size bir de kask verelim. Kas...

Kafanızı saatte 24 kilometre hızla bir ağaç gövdesine vurduğunuzu düşünün. Yok canım öyle korunmasız değil. Size bir de kask verelim. Kask ile vurun. Dakikada 100 kere, günde ortalama on bin kafa..

Beyin mi kalır?

Ağaçkakanlar gagaları ile ağaç gövdelerinden böcek, larva çıkarmak, kur sesleri çıkarmak ve yuva yapmak için ortalama ömürleri olan 10 yıl boyunca her gün yapıyorlar bunu.

İşin sırrı; esnek omurga, güçlü boyun kasları, gaga ve kafatası arasındaki süngerimsi şok önleyici yapı, her darbede beyinin içinde bulunduğu keseyi gaganın tersi yönünde çeken bir kas ve kafatasını çevreleyen upuzun bir dil.

İşte.. kafasını yıllarca kütüğe vurmuş bir kuş ve yavrusu ile kafaları hayatları boyunca bir kaç kez topa denk gelmiş, bir kaç kez de kazara alçak tavana toslamış iki fotoğrafçı arasında geçiyor bu hikaye.

Fotoğrafçı arkadaşım Serkan Mutan, İnözü Vadisinde rastlamış bu ortanca ağaçkakan ailesine. Epeydir ısrar ediyor “gel abi, bak yavru büyüdü yakında uçar” diye. İşler, güçler... 6 gün sonra ancak icabet edebiliyorum davetine. Ben İstanbul'dan, O Ankara'dan gece yarısı yola çıkıyoruz ve sabah ortancalara ev sahipliği yapan ağacın orada buluşup kamuflaja giriyoruz.


Keyifli bir fotoğraf ortamı ama yol yorgunu ve açız. “Bunlar nasılsa burada öğleden sonra devam ederiz” deyip İnözü Vadisinde kahvaltı mekanlarından birindeki serendere kuruluyoruz. Sucuklu yumurtalı, ballı tereyağlı kahvaltımızı yapıp seriliyoruz serenderin oturma yerlerine ve uykuya dalıyoruz. Serender yüksekte, yatınca görünmüyoruz. Aşağıda normal masalarda oturanlar sadece horlayan bir serender görüyorlar, hem de stereo.

Saat 15:00.... artık ortancalara gidebiliriz.


Bundan sonrasını Serkan Mutan'ın olayı özetlediği satırlarında bulabilirsiniz. Aynen aktarıyorum:

Bu çekimleri gerçekleştirdiğim bir sırada fotoğrafçı arkadaşım sevgili Furtun İstanbul'dan beni aradı. Sanırım ses tonumdan bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Sen neredesin diye sorduğu soruya "hiç ağaçkakan çekiyorum" diyerek cevaplasam da geliyorum diyerek telefonu kapattı. Ancak işlerini hallederek gelmeye fırsat bulması sanırım 5-6 günü buldu. Her gün kendisini kızdırmak için telefonuna şu mesajı attım; "Ben çok büyüdüm. Bugün yuvadan çıkacağım." Neyse geldi. Planı Beypazarı'nda iki üç gün kalarak yuvayı izlemekti. "Nerede kalayım? Pansiyon nasıl? Hakimevi nasıl?" soruları ile yorduktan sonra yuvanın bulunduğu yere geldik. Öğleden önce anne yuvaya iki defa geldi. Furtun'un her şey istediği gibiydi. Keyifle öğleden sonrayı planlayarak öğlen yemeğine gittik. Yemek ve dinlenme sonrası yuvaya geri döndük. Kamuflajları tekrar hazırladık. Yavrunun sesleri geliyordu. Sessizce beklemeye başladık. İki ayrı kamuflajda birbirimize kaş göz işaretleri ile - altını çiziyorum sadece kaş göz ile - tam iki saat şunu yaptık: "Anne ortanca geliyor, sağa geçti, sola geçti, üst dala kondu, ağzında mama var, senin arkanda, sağda, solda, yukarı çıktı ve gitti." Ortanca yukarıdan ne gülmüştür. Geldiğimizde Ortanca artık yuvada değildi. Yüksekçe bir ağacın üst dallarından vadiyi izlemeye başlamıştı bile. Bizim onun yuvada olmadığını anlamamız iki-üç saat sürdü. Bize katkısı ne mi oldu? Fotoğrafçı abimle hiç konuşmadan anlaşabiliyoruz artık...



Kafasını yıllarca kütüğe vurmuş bir kuş ve yavrusu, kafaları hayatları boyunca bir kaç kez topa denk gelmiş, bir kaç kez de kazara alçak tavana toslamış iki fotoğrafçıyı kafalarını duvarlara vuracak hale sokabiliyormuş demek ki.

350 kilometre katedip planlanan bir kaç günlük fotoğraf projesinin, modelin işi bırakması nedeni ile yarım günde son bulmasından dolayı kafamı duvarlara vurdum mu?

  • Bir başka açıdan baktığımda son anda yetişebilmiş ve kısa süreyle de olsa doğadaki güzelliklerden birine daha şahit olmuş, istediğim kalitede olmasa da fotoğraflayabilmiştim. 
  • Ortanca ağaçkakan annenin başarısına, yavrusununun doğaya attığı ilk kanatlara şahit olmak da güzeldi.
  • Küçücük beyinli bir yaratığın benimle dalga geçmesini mümkün kılarak hayatım boyunca kafama rastgelen topların ve çarpmaların beynimde ne kadar hasar yarattığını anlamış oldum. 
  • Serkan Mutan ile keyifle anlatacağımız bir hikayemiz daha olmasına ve “Ömer abi 2-3 günde bu ortamda neler çeker neler?” düşüncelerinin onun beynine vereceği zararlardan kurtulmasına sevindim. Mutan ile araziden elimiz boş döndüğümüz çok oldu ama keyif hiç bir zaman yanımızdan eksik olmadı.

Sekan Mutan'ın ortanca hikayesi ve fotoğrafları için :
http://www.serkanmutan.com/2013/09/ortanca-agackakan.html

İyi demişler:

Beyin harika bir organ; sabah kalktığınız anda çalışmaya başlıyor ve ofise gidinceye kadar da durmuyor! Robert Frost

Başarı, hazırlıklı akıldan yanadır. Louis Pasteur

Dikkat, aklın en büyük çocuğudur. Victor Hugo

Bir zamanlar beynimin vücudumun en önemli organı olduğunu düşünüyordum. Sonra aklıma geldi. Bir dakika, bana bunu söyleyen kim? Emo Phillips

Balık kartalının av sahnesi kuş fotoğrafçıları için çok değerlidir. Özellikle balık için suya daldığı an ve avı ile beraber sudan yük...


Balık kartalının av sahnesi kuş fotoğrafçıları için çok değerlidir. Özellikle balık için suya daldığı an ve avı ile beraber sudan yükselişi sırasında doğru yerde bulunmak tüm doğa fotoğrafçılarının hayallerini süsler.

Göç mevsimlerinde beslenme, güç takviyesi amacıyla göllerimizi, denizlerimizi kısa süreli ziyaret ettikleri için ülkemizde “o sahne” ile karşılaşmak şansa kalmıştır. Üremek için tercih ettikleri ülkelerde daha uzun süre avlanmaları, avlanma alışkanlıklarının gözlemlenmesine, dolayısıyla da doğru zamanda doğru yerde bulunmaya imkan tanır.

Konya, Kulu - 2010
Balık kartallarının Kozanlı Gök Göl'ü ziyaret ettikleri mevsim. Arazi arkadaşlarım Serkan Mutan ve Ömer Kulaçoğlu ile birlikte “o sahne” için şansımızı denemeye Kozanlı'ya doğru ilerliyoruz. Göle ulaştığımızda tanıdık bir araba bize doğru yöneliyor. Birlikte arazi yapmaktan keyif alan iki fotoğrafçı arkadaşımız Zafer Tekin ve Kürşat Akın bizi karşılıyorlar. Lafı kısa kesiyorlar. Balık kartalı orada ve balık kartalının kırmızı çizgileri, nerede olmamız gerektiği bu ekip tarafından çalışılmış, saptanmış. Dakikalar içinde hepimiz bir çit direği üzerinde avının tadını çıkaran balık kartalının 8-10 metre yakınından deklanşöre basmaya başlıyoruz. Zafer Tekin hariç. O, ekipmanı arka koltuğa koymuş misafiri Kürşat Akın ve bizlerin daha iyi kareler alabilmesi için çaba sarf ediyor. 



Hayallerimizi süsleyen dalış sahnesi arayışlarımız başarısız olsa da Zafer'in “armut piş ağzıma düş' misali sunduğu bu ortamda bir doğa harikasının beslenme anlarını dakikalarca izleyip fotoğraflıyoruz, video çekiyoruz.

Doğa denilince aklına mangal yapmak ya da dere kenarında müziği bağırttırmak gelen, kaportasının üzerine ne kadar fazla katledilmiş kuş dizerse o kadar erkek olduğunu düşünen zihniyetin doğa ile ilgili her konuda saygısız, bilinçsiz, talancı tavrı Düden Gölü'nün balık popülasyonuna da yansımış. Gölde olması gereken balıklar yok denecek kadar az. Aklıevvel birileri göle istilacı süs balıkları salmayı uygun görmüş. Poz vermekte cüretkar davranan balık kartalı bir iki kez sazan balığı ile gelse de "fotoğrafçılar gelmiş ortalığı biraz renklendirelim" diye düşünmüş olacak ki en güzel pozlarını bu süslü av ile veriyor. “Şöyle babacan bir sazan balığı ile balık kartalı fotoğraflamak vardı” diye düşünme şımarıklığından kendimizi alamıyoruz.


Konya, Kulu - 2012

Balık kartalı, Gök Göl üzerinde süzülüyor. Göldeki balık hareketliliğine odaklanmış doğru anı yakalamaya çalışıyor. Gözler hedefe kitleniyor ve dalış başlıyor. Suya yaklaştığında pençeler hedefe doğruluyor ve coffff....

Pençesine kilitlenmiş balık ile çıkıyor kabaran sular arasından. Kanatlara tam güç... yükseliyor ve üzerine konup avını yediği direğe doğru uçarken silkelenip tüylerindeki sudan arınıyor. Bir kez daha başarmış olmanın gururu ile direğin üzerine iniyor. Artık ziyafet zamanı.

Buummmm...

Tüfek sesi gölde yankılanıyor. Pençesindeki avıyla direğin üzerinden yere doğru süzülüyor balık kartalı. Bu kez kanatları kontrol dışında... cansız bedeni direğin dibine yığılıyor.


Tüm kuşların Türkiye'yi ziyaretleri boyunca üremeyi yeğledikleri ülkelere nazaran çok daha tedirgin davranmaları da “o sahne” ile karşılaşmanızı zorlaştıran etkenlerden biridir. 2012 yılında Konya, Kulu'da vurulmuş halde bulunan balık kartalı bu tedirginliklerinde ne kadar haklı olduklarını göstermiştir. Beslenmek, çevreyi kolaçan etmek ve dinlenmek için konduğu direklerden birinin dibinde yanında avı ile cansız yatan balık kartalını vuran insan bozuntusunun kuş fotografçılarının ısrarlı takibi ile tespit edilmiş olduğu ve 6000 TL ceza kesildiği haberi ile kuşlar ülkemiz hakkındaki bu peşin fikirlerinden vazgeçer mi? Hiç sanmam. Zaten vazgeçmesinler de. Bu eli silahlı, hasta ruhlu, erkek bozuntusu mahluklardan o kadar çok var ki. Neslini devam ettirebilmek için binlerce kilometre uç, şurada karnımı doyurup öyle devam edeyim diye uğradığın yerde beslenirken bu hasta ruhun silahından çıkan saçmaların hedefi ol.




Not:
Balık kartalını vuran mahlukata:
Bir kartal pençeleri ile onları sıkıyor hissi yumurtalıklarından hiç eksik olmasın e mi ? 

MÖ. 1. Yüzyıl, Laodikya - Denizli Laodikya'da arena kan kokuyor. Benthor, seyirciler arasındaki yasak aşkı Tselia'nın gözleri ön...

MÖ. 1. Yüzyıl, Laodikya - Denizli

Laodikya'da arena kan kokuyor. Benthor, seyirciler arasındaki yasak aşkı Tselia'nın gözleri önünde azgın boğalarla dövüşüyor. Birkaç tanesinin hakkından gelecek kadar güçlü ancak aslan figürlü tahtta oturan adamın ona yaşama şansı vermeye hiç niyeti yok. Benthor avantaj sağladıkça kapıların açılıp daha fazla boğanın arenaya salınması için işaret ediyor.

Benthor son hakladığı boğadan aldığı yaralarla bitkin dizleri üzerine çöküyor. Artık ayağa kalkacak gücü yok. Tahttaki adam, son darbeyi vurmak için arenanın nam salmış boğası Trondar'ın salınması için elini kaldırıyor. Trondar, halkın sevinç çığlıkları arasında Benthor'a doğru koşmaya başlıyor.

Ağır yaralı Benthor, Trondar ona ulaşamadan yere yığılıyor. Trondar yine de boynuzlarını geçirerek Benthor'un cansız bedenini havaya kaldırıyor ve savuruyor. Halk, krala ve Trondar'a şükranla tezahüratta bulunuyor.

Benthor'un ölümünü kutlayan halkına ve babasına duyduğu nefret ile ağlaması hıçkırığa dönüşen Tselia'nın gözyaşlarının her damlası kanatlanıyor. Onun gözleri gibi gök mavisi birer kuş olup uçuyorlar ve arenanın kum zeminine konuyorlar. Kondukları yerdeki kumlar suya, sular deli dalgalara, dalgalar sele dönüşüyor. Selden harap olan kent sular altında kalıyor. Laodikyada yaşam bitiyor.

Sular durulunca başlayan yağmur damlacıklarının suya çarptığında oluşturdukları minik dalgalanmalar kanatlanıyor, gök mavi kuşlara dönüşüp havalanıyorlar. Tselia'nın gözyaşları kötülüklere karşı sel olmak için uzak diyarlara doğru uçuyorlar.

MS. 2009, Acıgöl – Denizli

Fotoğrafçı yalağı doldurmak için hemen yanındaki kuyudan su çekmek ile meşgulken çıngırak sesleri duyuyor. Sesin geldiği yöne baktığında çobanın sürüsünü yalağa doğru getirdiğini görüyor. Henüz erken saatler olmasına rağmen Denizli kırsalında sıcak kendini hissettiriyor. Su çekmekten vücudunun kaybettiği enerji ve suyu takviye için arabasına gidip gofret ve suyunu alıyor, kaputun üzerine oturup sürünün yaklaşmasını seyrediyor.

Sürünün yalağa varması için geçen zaman, yalaktaki suyu içip bitirmelerini seyretmek ve çobana yalağa niye su doldurduğunu, burada ne yaptığını anlatmak onu Benthor'un boğalarla savaşması kadar yoruyor.

Sürü işini bitirip uzaklaştıgında 5-6 kova daha su çekmeye ancak gücü yetiyor. Arabasına çekilip, fotoğraf makinasının ayarları ile ilgilenirken yolun karşısındaki ormanlık alandan kuşların su içmeye geleceklerini ve güzel pozlar vereceklerini umuyor.

Bir süre bekleyişten sonra aniden gökten bir gözyaşı damlıyor yalağın kenarına. Tselia'nın gözyaşı gök mavisi bir kuşa dönüşüyor. Bu güzellik karşısında fotoğrafçının yüreğinde oluşan dev dalgalar, yaşadığı sevinç seli Laodikya'daki felaketi aratmıyor.






Fotoğraf bilgileri : Gökardıç/Blue Rock Thrush/Monticola solitarius | © Ömer L. Furtun | Denizli,  2009 | Canon EOS 50D, EF 600mm f/4.0 L IS USM + 1.4TC | Arazi arkadaşları: www.trakus.org Denizli kampı

instagram furtun