Medhar, 12 yaşında yanına aldığı Touran'ı şövalye olarak eğitmişti. Usta-çırak ilişkisinden farklıydı onlarınki; baba-oğul gibiydiler. Yıllar geçti, Touran'ın şanı Balkanların dört bir yanına yayılan yenilmez bir şövalye oldu. Medhar, ona özel simsiyah bir zırh yaptırdı. Miğferinde zaferi simgeleyen kırmızı tüyler vardı. Her zaferden dönüşünde, evin yakınındaki tepede durur, atından iner, diz çöker ve başını eğerek pencerenin önünde onu bekleyen Medhar'ı selamlardı. Bu, "zafer selamı"ydı.
Tek bir kadına aşk beslemek ve ona bağlı kalmak, şövalyeliğin vazgeçilmez kurallarından biriydi. Touran için o kadın, Meyra idi. Meyra ile dillere destan bir düğünle evlendiler.
Evliliklerinin henüz ikinci ayında, Meyra ailesini ziyaretten dönerken, kafilesi orman yolunda uzun zamandır söylentileri dilden dile dolaşan gizemli bir yaratığın saldırısına uğradı. Kafileye eşlik eden onca korumaya rağmen kimse kurtulamamıştı.
Touran ve diğer cesur şövalyeler kayıpları aramaya çıktığında, ormanın en derin köşesinde kafileden geriye kalanları buldular. Meyra hariç hepsinin bedenleri, tıpkı söylentilerde anlatıldığı gibi, esrarengiz bir maddeyle kaplanmıştı. Meyra’dan geriye yalnızca, katliamın ortasında bulunduğunu gösteren ufak kalıntılar kalmıştı.
Touran’ın acı dolu haykırışları ormanda yankılandı. O an, Meyra’nın intikamını almak için gizemli yaratığın peşine düşmeye ant içti.
Medhar'ın tüm itirazlarına rağmen, Touran hemen ertesi gün özel yapılmış simsiyah zırhını kuşanıp, kırmızı tüylerle süslenmiş miğferini başına geçirerek atını ormana doğru sürdü. Günler, haftalar, aylar birbirini kovaladı. Touran geri dönmedi.
Medhar kahrolmuştu. Bıkmadan, usanmadan yıllarca ormanda Touran'ı aradı. Bazen uzaklarda ona benzeyen bir siluet görür gibi oluyordu, fakat ne zaman yaklaşsa, karaltı anında kayboluyordu.
Seneler sonra, bir gün, simsiyah zırhlara bürünmüş iki atlı belirdi ağaçların arasında. Medhar bu kez yaklaşmak yerine sırtını bir ağaca yasladı ve hiç kıpırdamadan onları seyretti. Uzaktaki karaltılar bulundukları yerde atlarından inip diz çöktüler ve başlarını eğerek onu selamladılar.
Miğferlerinin tepesindeki kırmızı tüyler pırıl pırıl parlıyordu. Bu, zaferin işaretiydi. Touran’ın kayboluşundan bu yana gizemli yaratık hakkında pek konuşan olmamış, yeni bir olay da yaşanmamıştı.
Yüreği heyecanla dolan Medhar gözlerini kapadı. O anı hafızasına kaydetti.
Onlar tekrar atlarına bindiğinde, gözyaşlarıyla dolan gözlerini bir kez daha kapattı—bu defa gururla...
Gözlerini açtığında gitmişlerdi. Medhar evine döndü. Artık pencere önünde oturduğunda, her gözlerini kapayışında 'o an' beliriyor ve yüzüne bir gülümseme konuyordu.
Halk arasında, ormandaki gizemli yaratığın yerini en az onun kadar esrarengiz iki siyah cengaverin aldığı ve onların, yaratığın aksine, ormana huzur getirdiği konuşulmaya başladı.
Günümüz, İğneada Longoz Ormanları
Fotoğrafçı, yıllardır peşinde koşmasına rağmen ya yüksek ağaçlar üzerinde uçarken ya da ormanın ışık almayan yerlerinde ancak hayal meyal görebildiği kara şövalyeden artık ümidini kesmişti.
Bir müddet ötücü kuşları fotoğrafladıktan sonra, ormanın Mert Gölü ile kucaklaştığı bir noktaya katlanır sandalyesini kurmuş, fındık eşliğinde soğuk birasıyla keyif yapıyordu. Karşıdaki ağaçlığa, şövalyenin peşinde çaresizce koşturduğu ormana bakıp hayallere daldı.
Birden, duyar gibi olduğu kara şövalyenin uzaklardan gelen sesi onu hülyasından çekip çıkardı. Dürbünü ile göle doğru bakarken, hayal görmeye devam ettiğini düşündü.
Kara şövalye, gölün üzerinden fotoğrafçının bulunduğu yere doğru uçuyordu. Fakat bir tuhaflık vardı. Bir kutu bira yüzünden çift görecek hali yoktu ya? Ama yine de ona doğru uçan kara şövalyeyi çift görüyordu işte!
Önce bira kutusunu şöyle bir süzdü, ardından dürbününü kontrol etti. Birada özel bir durum yoktu: "Alkol Oranı: %7,5". Dürbün de sapasağlamdı.
Sesler yaklaştı, yaklaştı. Kara şövalye çifti, fotoğrafçının otuz, belki kırk metre ilerisindeki bir ağaca kondu. Seçtikleri ağaç ise aksi gibi yine uzaktaydı ve yine gölgede kalıyordu.
Sandalyesinden usulca fırlayıp fotoğraf makinesini kaptı ve onların peşinde koşmak yerine, bu kez yanındaki ağaca sırtını vererek beklemeye başladı. Bir yandan da eline geçirdiği dal ile dibindeki ağaca kısa aralıklarla hafifçe vuruyordu.
Sonunda çıkardığı bu ses, kara şövalyelerin ilgisini çekmeyi başardı. Kara şövalyeler, meraklarını gidermek için yaklaştılar ve az ötedeki bir ağacın aydınlık gövdesine kondular.
Zaferin simgesi kırmızı başlıklarıyla kara şövalyeler, fotoğrafçının önünde başlarını eğerek selam verdiler.
Gözünü vizöre dayadı ve "o anları" hafıza kartına kaydetti fotoğrafçı.
Kondukları dallar rüzgârda hafifçe sallandı, sanki varlıklarının son izlerini fısıldar gibi. Orman yeniden sessizliğe gömüldü; yalnızca uzaktan gelen yaprak hışırtıları ve gölün kıyıya vuran ritmik dalgaları duyuluyordu.
Fotoğrafçı, tuttuğunu fark etmediği nefesi usulca bıraktı. Kamerasını indirdi ve az önce Kara Şövalyelerin bulunduğu boşluğa baktı. Gerçekten görmüş müydü onları? Yoksa orman, tüm efsaneleri ve gizemiyle ona bir oyun mu oynuyordu?
Titreyen parmaklarıyla fotoğraf makinesini kurcaladı, görüntüleri hızla taradı. Ve işte oradaydılar—apaçık. İki görkemli siyah siluet, solgun ağaç kabuğunun üzerinde köz gibi yanan kızıl sorguçlarıyla.
Yüzünde yavaşça bir gülümseme belirdi. Efsane gerçekti.
Eşyalarını toplarken içine derin bir huzur doldu. Yıllarını hayaletlerin peşinde geçirip durmuştu ama bu kez, sanki hayaletler ona gelmişti.
Ve belki de, ormanın derinliklerinde bir yerlerde, Kara Şövalyeler onu izliyordu—hikâyelerinin unutulmayacağını bilmenin huzuruyla.
Fotoğraf bilgileri : Kara ağaçkakan/Dryocopus martius/Black Woodpecker | © Ömer L. Furtun | İğneada Kırklareli, 2015 | Canon 1 Dx, EF 600mm f/4.0L IS II USM |
Redaksiyon için oğlum Ömer Can'a teşekkürler.